19 Oca 2011

ARAP’I VURDULAR


Evlerimizin arkasında top oynadığımız büyük alanın bize en uzak köşesindeki molozların içinde görmüştüm gözlerini ilk defa. Ateş gibi parlıyordu, kızgın ve saldırgandı gözleri, her an bizi yakalayabilir ve küçük bedenlerimizi parça parça edebilirdi. Öyle sanmıştım. Dokuz yaşındaydım. Oysa öylece duruyordu. Hep duruyordu. Ne hırlıyordu ne atılıyordu üstümüze. Sadece yeni doğmuş bir sürü yavrusuna sağlayabildiği küçücük barınağında, tahta parçalarının arasından bize bakıyordu. Bizi tehdit etmiyordu; biz de onu etmedik.
Adını Arap koyduk; böyle kapkara köpeklere ya Arap adı verilirdi, ya Karabaş. Arap sakindi, sevgi doluydu, yumuşacık bir anneydi, uslu bir arkadaş… Biz çocuklar, bebekleriyle ilgilenirdik en çok. Çocukluğumuzun masumiyeti büyüklerimizin acımasızlığıyla, gerçeklik dedikleri sert, acıtan önyargılarla örselenmemişti henüz. Her çocuk gibi içten bir sevgiyle, merakla, sahiplenme duygusuyla ilgileniyorduk onlarla. Mahallemizi henüz apartmanlar işgal etmemişti, mahalle sakinleri henüz hijyen kurallarını bu adıyla tanımamıştı; çocuklarının peşlerinde antibakteriyel jellerle koşturmuyordu anneler. Velilerimizden izin almadan sokak hayvanları ile oynayabilir, köpeklerin tepelerine çıkabilirdik. Arap’ı yadırgamadı komşularımız da. Ona ve yavrularına İsmail Amcaların kömürlüğünde bir yuva yaptık. Arap hemen benimsedi yeni yuvasını. Arap, uyumlu ve uysal bir kızdı.
Annem kendi şımarık köpeğimizle beraber Arap’ı da aşıya götürdü veterinere. Bizim Amber ne giderken ne de iğne anında rahat durmuştu. Zorluk çıkarmıştı bize. Oysa Arap çok çabuk geliştiğine inandığım bir teslimiyetle bırakmıştı kendini, öyle uysal, öyle sakin, sorunsuz, öyle güvenli. Daha bir ısınmıştım Arap’a, bize böylesi güvenmesinden nedense bir yandan içimi cız ettiren bir memnuniyet duymuştum.
Kapısı her daim kilitsiz olan komşu kömürlüğünde kalan bebekler büyümeye başlayınca alıp dışarı çıkarır oldum onları sık sık. Ben sıkılırdım ya kapalı kalmaktan onlar da öyle hissedermiş gibi gelirdi bana. O kadar hareketli ve çoktular ki her yana dağılırlardı birden. Peşlerinden koşar, onları bir yerde toplamaya çalışırdım, her seferinde birkaç tanesini tekrar elimden kaçırır ve yine başa dönerdim. “Çok yaramazsınız siz! Dur bakayım şöyle! Hele sen, hiç durmaz mısın yerinde bızdık? Isırma paçamı bakayım! Adın Bızdık olsun senin.” Anneleri ya mahallenin muhtelif yerlerin de dolaşıyor olurdu ya da yanımızda uzanıp keyifli keyifli izlerdi yavrularının sarsak koşuşturmalarını.
Bir gün güneşin altında toprakta debelensinler diye girip kömürlüğe tek tek çıkardım yavruları. Yine en tatlı halleriyle küçücük küçücük koşuşturuyorlardı. Nasıl çıktı birden Ahmet Abi’nin taksisi, nasıl göremedim, nasıl önleyemedim, nasıl durduramadım, nasıl?!! Ölüm algısı çok gelişmemiş bir çocuğun, varlığından sorumluluk hissettiği bir canlıyı bu şekilde kaybetmesi, bir daha bulamayacağını bilmesi. Şimdiye kadar bu derece büyük olduğunu fark etmediği araba tekerleğinin o küçücük boyundan geçmesi. Miniğin çırpınışları, ağzından gelen kan, komşu kadınların çaresizlikle koşturup boğazına su akıtmaya çalışmaları, onun hafif mızıltıları, nefes alışları, minicik gözbebeklerinin yavaş yavaş büyümesi, donması…Ahmet Abi’nin “Görmedim, çok küçüktü göremedim, yavruyu göremedim…” diye inlemesi, karısı Filiz Abla’nın getirdiği su kabının yarısı dolu halde elinde kalakalması kazındı zihnime.  Bu ölüm mü acıydı yoksa, dokuz yaşında bir çocuğun bu ölümden tamamıyla sorumlu tuttuğu kendisini acımasızca suçlaması, affetmemesi mi? Belki hiç affetmeyecek olması mı?
O zamanlar belediyelerde sokak köpeklerini vurarak ya da zehirleyerek öldürmek üzere görevlendirilmiş itlaf ekipleri olurdu. Ve yine o zamanlar bu ekipler gece ya da gündüz demeden, insanların, çocukların gözlerinin önünde olmasın demeden, günahtır yazıktır, vebali büyüktür, bir masumu katleden iflah olmaz daha demeden öldürüverirlerdi onları. Bizim mahalleye de gelirlerdi. Bir keresinde bir köpeği gözlerine kestirmişlerdi de ben boynuna yapışıvermiştim hayvanın, “Benim,” demiştim, “dokunamazsınız ona!”. Belki inanmış, belki inanmış görünmüştü boynunda tüfek taşıyan görevli ama her şeyden habersiz o köpeciğin orda öldürülmesini böyle önlemiştim. Sonra ne oldu bilmem o hayvana. Ne kadar kaçtı ölümünden.
Arap saklanırdı boynu tüfeklilerden. Onlar mahalledeyken çıkmazdı kömürlükten. Bilirdi Arap’ı ölüm. Beklerdi. Arap da bilirdi ölümü sanki. Görünmezdi o gidene kadar.
Artık kömürlüğün kapısı hep açık kalıyordu. Arap’ın bebekleri büyüyorlardı. Bızdık çok yaramazdı. Ablamla okula giderken bırakmazlardı peşimizi Bızdık’la kardeşleri. Her sabah ama her sabah, bizi gördüklerinde zıplaya zıplaya gelirler, önümüzde arkamızda müthiş bir enerjiyle koşarlardı. Bızdık, çokça benim paçama yapışır, asılır ha asılırdı. Yaşam bir oyundu onun için, dünya oyun alanı. Onun oyununa alettik biz. Karnı tok, sırtı pekti. Hiç aç kalmamış, hiç canı acımamıştı henüz. Paçayı yakalayamadıysa kızardı en çok, başka ne olsundu?  Bizim okula geç kalmamız zerrece umurunda olmazdı, niye olsundu? Bilirdik çocuk bilgimizle, anlardık, severdik çocuk sevgimizle onu.
Okuldan eve dönüyordum o gün. Mahalleye henüz girmiş, bizim sokağa yönelmiştim ki komşu sokaktan Gülay Teyze’nin adımı seslendiğini duydum. Bağırdı, bir şeyler söyledi. Onun sokağına yöneldim yaklaştım ona, söylediklerini duyamıyordum ama yüzünde ‘Yazık oldu’nun çizgilerini gördüm, ‘vah vah’ı gördüm yüzünde. ‘Ya işte buraya kadarmış’ ifadesini gördüm. Sesini duymadım, ne dediğini işitmedim, işitmek istemedim bir süre, bir süre öylece baktım Gülay Teyze’nin fotoğrafına, Gülay Teyze’nin üzülmüş gibi görünen ama az sonra ocakta fokurdayan çay demliğine koşacak ve çayını yudumlarken her şeyi unutacak yüzüne baktım. Kötü de olsa tüm haberleri önce ben vereyim diyen ve belki sırf bu yüzden hayat boyu affetmeyeceğim bu yüz…  “Arap’ı vurdular!”ı duydum neden sonra.
Ben okuldayken gelmiş tüfekli ölüm. Arap saklanmış yine. Beklemiş. O bunun görünmesini beklemiş, bu onu artık görmemeyi. Beklemiş… Beklemişler... Herkes beklemiş. Kimse bir şey yapmamış. Ama yavrular beklememiş. Onlar oynamak için beklememişler. Küçük dişlerini birbirlerinin boyunlarına geçirerek yuvarlanmak için beklememişler. Düşe kalka oynarlarken ölüm görmüş onları, tek eliyle kavrayarak kaldırabildiği yavruları toplayıp sıraya dizmiş, yapıştırmış birbirine ve tek kurşunla birkaçını birden öldürebilmiş. Sonra diğerlerini… Kimse bir şey yapmamış, kimse durdurmaya kalkmamış bu tasarruflu silahşörü, neme lazım. Yine beklemişler. Arap çıkmış sonra. Yanına gitmiş ölü çocuklarının. Dili olsa belki bağıracakmış, kolu olsa sarılacakmış hepsine tek tek. “Yanıyor içim!” diyecekmiş. ‘Ben size ne yaptım! Ne suç işledim, ya Bızdık? Paçanıza atladı diye mi vurdunuz onu?’ Dizleri olsaydı dövecekmiş onları ah! Kurşunlu başlarını yalamış sadece bebeklerinin. Uyuyorlar mı bilememiş, uyanırlar mı bilememiş. Korktuğu bu muymuş, saklandığı bu mu, ölüm müymüş bu, bilememiş, anlamamış. Kendi kafatasını delen kurşunu da anlamamış. Tek kurşunla öldürmüşler Arap’ı da.
Ben dokuz yaşındaydım. O yaşımda sıkıştı kaldı içimde bu acı. Bu acımayla, çaresizliğe duyulan öfkeyle karışık, söküp atamadığım, ben büyüdükçe küçülmeyen, batan, canımı acıtan ve sonunda insan karşısında çaresiz kalan tüm varlıklar için duyulan eritici duygu. Arap’a çok acıdım evet, yavrularına çok acıdım. Ama seviyordum da onları. Bu yüzden kendime acıdım en çok. Çocuktum. Çok keskin, incitici bir tecrübe ile öğrendim sevdiğim bir varlığı kaybetmeyi. Kaybetmeseydim olmaz mıydı? “Arap’ı seviyordum ben!” desem eli tüfekli adam üzülmez miydi, bana o da acımaz mıydı, pişman olmaz mıydı, bir daha tövbe almam böyle vebali boynuma, girmem günaha demez miydi? Çok düşündüm ben bunu o zaman.
Hiçbir şey yapılmadı. Sokak hayvanları koruyacak bir kanun yoktu ki hesap soralım. Ben dokuz yaşındaydım. Sesimi nasıl duyurayım.. Bir hikaye yazdım sessiz sandığım. Annem götürdü bir yerel gazeteye. O haftaki sayısında yayınlandı hikayem. Adı: “Arap’ı Vurdular” oldu.
Yazan:GÜLÇİÇEK AKÇAY

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder