28 Oca 2011

PİNO`M… HUZURLA UYU OĞLUM…


Oğlum Pino. Eve ilk gelişini çok iyi hatırlıyorum. İlk oğlumuzu 2 yaşındayken kaybetmiştik. Tatile giderken halama bıraktığımız oğlumuzu dönünce bulamamak bizi mahvetmişti, ev bomboş gelmişti, dayanamamıştık O’nun yokluğuna. Alelacele almıştık Pino’yu. Cinsi nedir bilmeden, umursamadan evimize getirdiğimizde henüz 36 günlüktü. Ağzının süt kokusu hala burnumda duruyor. Pino ’nun büyüdükçe, ne kadar değişik, kişilik sahibi bir canlı olduğunu görüyorduk. Kuralları vardı, onun dışına çıkmazdı oğlum. Patilerine dokunulmasından hoşlanmazdı mesela. Bunu kesin dille anlatmıştı bize. Kucağımıza kendi istemediği sürece gelmezdi. Kabul ettik biz de onun kişiliğini. Takıntıları vardı bir de, asla sol tarafınızdan yanınıza gelip kucağınıza veya yataktaysak koynunuza yatmazdı. İlla sağ tarafınızda olacaktı. Değilse, eşeler kucağınızı, kolunuzu öyle geçerdi yerine.

         Tüyleri benzediği için midir bilmem pişmaniyem diye severdim onu. Pişmaniyeme henüz 8 aylıkken büyük bir köpek saldırıp kucağımdan aldığında ve her tarafını parçaladığında, kendine gelene kadar başucunda ağlamış, ancak gözünü açıp, o kara gözlerini gözlerime dikince rahatlayabilmiştim. Ondan sonraki dönemlerde de her ne olursa olsun ayrılmadı yanı başımdan 
     
        Yıllar geçti. O artık olgun bir delikanlıydı. Bu sırada aramıza, barınakta su kâsesinde donmak üzereyken bularak yanımıza aldığımız Cipsi de katılmıştı. İlk başta çok kıskandı Cipsiyi, evden gitsin istedi. Topuyla tek başına oynamaya alışmıştı, kıskanıyordu. Oturdum anlattım ben de Pino’ma, pamuk oğluma; o dedim çok küçük biz olmazsak yaşayamaz, yardım et dedim ona, yaşamayı öğret, eğit… Çok iyi iki arkadaş oldular sonrasında.
        Yıllar su gibi akıp geçti; önce Pino’mun bacakları güçsüzleşti. Prostat nedeniyle aldığı ilaçlar aşırı kilo yaptığı için diyete girmek zorunda kaldı. Sonrasında karanlıkta gözleri görmemeye başladı; hemen gidilip, 24 saat boyunca kapamadığımız gece lambasını aldık. Bacakları onu yatağıma, koynuma kadar sıçramasına engel olacak kadar güçsüzleşince, yere bir yatak alıp, yatağımın kenarına koydum. Sonra kulakları daha az işitmeye başladı. Yemeğe gelmesi için oldukça yüksek sesle seslenmek gerekiyordu. Ve en son dişleri gitti. Ağzındaki dişleri çürüdü ve dökülmeye başladı. Artık yemek yiyemediği için oldukça zayıflamıştı. Obez oğlumun kemikleri sayılmaya başlamıştı birkaç ay içinde. Yemekleri mikserde çekip bol suyla da versem, zaman zaman ağzının kanamasını engelleyemiyordum.
       Artık nerdeyse 15 yaşını bitmek üzereydi. Günün 23 saatini uyuyarak geçiriyordu, sokağa çıktığında yürüyemiyor, kaldırıma bile inip çıkamıyordu. Ve hatta çişini bile tutamıyordu. Yatağından iner inmez bırakıveriyordu kendini. Hiçbir zaman gocunmadım onu temizlemekten, kızmadım oğluma…

        Sonra, 27 Aralık 2008 sabahı bir uyandım ki, evin her tarafı kan içinde; anlayamadım; korktum, telaşlandım. Su kabı bile kana bulanmış olan oğlumun yanına koştum hemen. Tüm tüyleri kan içindeydi ve yarı baygın vaziyette bir kan gölünün içinde yatıyordu. Hemen doktoruna koştuk. Diş etlerindeki iltihap yüzünden ağzından geçen damarlar patlamış ve yaşı nedeniyle kanı da pıhtılaşmadığı için çok kan kaybetmiş. Narkozu kaldıramadığı için özel bir sakinleştirici ile hemen ameliyata aldılar. Sallanan dişlerini çektiler, patlamış damarlarını yaktılar ve çıkma ihtimali çok düşük olan bu operasyonundan sağ salim çıkardılar. 10 gün boyunca serum verildi, antibiyotik iğneler, vitaminler, demir iğneleri, kan pıhtılaştıcılar yapıldı. 10 akşam doktoruna gidip geldikten sonra canlandı oğlum. Yemeğini yemeye, sütünü içmeye başladı. Kansız kaldığı için hep battaniyeler altında kalorifer kenarında yatsa da, kurtulmuştu artık.
         Ta ki 4 Şubat 2009’a kadar. Sabah uyanınca evi yine kan içinde bulduğumda anlamıştım. Oğlum kanayan ağzıyla yemeğini yemeye çalışıyordu. Hemen koştuk doktoruna. Burada kalsın dediler. Saat başı arayarak kontrol ettim. Bir operasyon daha geçirdiğini ve çok güçlü olduğu için atlattığını, ayıldığını, durumunun iyi olduğunu söylediler. Koşup aldım oğlumu eve getirdim. Yatağını hazırlarken, o etrafta bir iki tur attı ve gelip yattı. Öptüm, sevdim ve biraz uyuyup dinlensin diye üstünü örterek çıktım odadan. Ancak henüz bir iki dakika geçmişti ki, ağlayışını duyarak koştum yanına. Gözleri boşluğa bakıyordu; elleri atıyor ve ince ince ağlıyordu. Yanına uzandım, yumuşak yumuşak okşadım, tamam dedim, geçti dedim, ben yanındayım dedim. Gözleri bana bakmasa da, ne kadar acı çektiğini anlıyordum. Yanında oturup uzun uzun konuştum oğlumla. Direnme artık dedim, söz verdim ağlamıycam diye, hadi yum gözlerini bırak kendini ölüme, acı çekme artık oğlum dedim. Ağlaması ve vücudunun atması geçmişti. Üstünü sıkıca örttüm ve eve gelirken tutamadığı çişini kucağıma bıraktığı için banyoya girdim. Çıktığımda oğlum gitmişti…15 senedir beni hiç üzmeyen oğlum, sözümü dinlemişti ve melek olmuştu… Onu kucağıma aldım, ciğerlerinde kalan nefes dışarı çıktı. Hayır, ölmedi, nefes alıyor işte, diye katılaşmaya başlamış vücuduna sarılıp ağladım, kokladım oğlumu… Sözümü tutamadım…

         Kalp krizi dedi doktor… Yaşlı kalbi kan kaybına ve çektiklerine daha fazla dayanamamıştı.

         Onsuz geçirdiğim şu iki yılın sonunda hala evde hala onu arıyorum; eve geldiğimde ben ayakkabılarımı çıkarırken yalpalaya yalpalaya yanıma gelişini özlüyorum. Yokluğu hala çok taze. Ve biliyorum ki, hiç bir şey içimdeki yokluğunu hafifletemeyecek.

         Pino’m, pamuk prensim, pişmaniyem benim, annen seni ne olursa olsun çok seviyor… Biliyorum ki, ben seni nasıl kalbimde taşıyorsam, sen de beni öyle uzaktan izliyorsun şimdi. Huzurla uyu sen, asla unutulmayacaksın… Ve bekle beni, annen eninde sonunda yanına gelecek…



Işıl Diktaş


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder