Hayvanlardan insanları ayırt eden en belirgin özellik diye övünürüz:
“Düşünebilmek”. Evet bir doğa vergisi. Kıymetini bilmek, eğriyi doğrudan ayırt
edebilmek, size sunulanları kabullenmeden önce irdeleyebilmek, dayatmalara
karşı gardınızı açık tutabilmek. İnsanız ya,
insansınız ya, bunların gereğini yerine
getirmek, aslında meziyet, ayrıcalık filan da değil, insanlığın gereği.
Kolayına kaçmadan, nasıl olsa benim yerime bir düşünen bulunur, o
düşünenler bak ne güzel sunumlar hazırlamışlar, ben de onların çizdiği yoldan
giderim olur biter demeden size verilmeye çalışılanları öncelikle mantık ve
vicdan süzgecinden geçirip, ondan sonra değerlendirmeye alırsanız. Belki biraz
kafa yormuş olursunuz ama sonuç size mutluluk verir. Yani hani rahmetli Uğur
Mumcu’nun dediği gibi “Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz”. Bilgi sahibi
olabilmek için de biraz çaba, biraz emek gerekir.
Türk
toplumu olarak düşünce özürlü yurttaşlar kitlesi yaratmışız. Daha tembel, daha
mutlu olmayı hedeflemişiz kendimize. Nasılsa bizim adımıza düşünen, o
düşünceleri de uygulayan, pratiğe indirgeyen insanlar var, bizim yapacağımız
tek şey kafa sallamak, istendiğinde de onlara onay vermek. Gerisini Allah
bilir. İşte kolaycılık, işte bizi çağdaş medeniyetlerin çok gerisinde kalmaya
mahkum eden düşünce yapısı.
Neden
kapatılmış güzelim köy enstitüleri?
Neden insanımız okumaya değil de magazine, günlük göz boyayıcı, safsata
içerikli, kafaları boşa doldurucu aktüellere boğulmuş? Bundan nemalananlar var,
düzenlerine çark sokulmasını istemiyorlar, düşünen beyinler, sorgulayan
insanlar istemiyorlar.
Hayvan
hakları konusunda da aynısı geçerli. Yılların alışkanlığı; belediyelerin
sahipsiz canları sorgusuz sualsiz itlaf etmeleri, iki de bir olmayan kuduz
söylentileri ile toplu kıyımlar, günü kurtarıcı, göz boyayıcı hayvanlarla
ilgili söylemler, uygulanamayan, birbiriyle çelişkili maddeler taşıyan yasalar.
Alışmışız bunlara, alıştırılmışız.
İnsanların çoğu son derece duyarsız. Öyle ya da böyle hayvan hakları ile
ilgili bir yasanın varlığından haberi olmayan
öyle çok yurttaşımız var ki! İşin çok daha acısı bu kategoriye ilgili
konuda söz ve yetki sahibi bürokrat, bazen veteriner hekimler de dahil olmakta.
Arada
bir duyuyorlar: “Belediyelerin barınakları varmış, telefon edildiğinde
şikayetçi olduğunuz hayvanları alıp götürüyorlarmış, hatta kendi el bebek gül
bebek baktıkları köpeklerine zarar vereceğini düşündükleri sokaktakileri(!) bu
merkezlere ihbar ettiklerinde sorun çok kısa zamanda çözülüyormuş.”
İşte
bunları böyle bilenler, böyle olduğunu sananlar çıkıyor karşımıza. Gerisini
düşünmek, araştırmak, “niye, neden, nasıl oldu?” demek yok. Bir belediyenin
doğal yaşam alanından sorumlu veterineri ilgili yasayı okuma zahmetine
katlanamıyorsa, o veterinerin o birimle ilgili yapacaklarından ne hayır
beklenebilir ki?
İl
Hayvan Koruma Kurullarına başkanlık eden yetkililerin yasadan, mevzuattan bi
haber olması, ilçe üst düzey idarecilerinin bu tür toplantıları angarya olarak
görüp çoğuna katılmaması, STK’ların yeterli derecede baskı unsuru
oluşturamaması, ilk paragrafta değindiğim düşünce özürlü toplum şemasına ne
yazık ki birebir örnek teşkil etmektedir.
Şimdi
biz yaşam hakkı savunucularının en temel görevi, hantallaşmış devlet
kademelerinin konumuzla ilgili bilgi sahibi olmalarını ne pahasına olursa olsun
sağlamaktır. Belli bir yaşa kadar vicdan, merhamet kavramlarından bihaber
yetişkin bireylere bu kavramları öğretme gibi bir ütopyadan acilen vazgeçip,
hiç olmazsa görev sorumluluklarını yerine getirme konusunda hatırlatıcılık
misyonumuzun gereğini yapmalıyız. Unutulmamalıdır ki o görevi üstlenenler
bizlerin devlete ödedikleri vergilerle maaşlarını almaktadırlar.
Çok
önemli bir nokta da bu bağlamda görev üstlenecek dernek, sivil toplum
örgütlerinin başına, yönetim kurullarına gerçek hayvan, can sevgisi taşıyan, bu
görevlerini bir yerlere basamak olarak değerlendirmeyen, yani “sözde değil özde
hayvan korumacılar”ın gelmesini sağlamaya özen ve gayret göstermektir.
Ece Bilgin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder