26 Oca 2011

Mahallenin En Güzel Kızıydı

Bayramın son günü, sabah görevimi (Hesna hanımın evinde baktığı altı yavru ve balkonlarındaki dört yavrulu anneyle üç dört yetişkin kedinin beslenmesi) bitirdim eve döneceğim; gözüm araba altlarında, kıyıda, köşede. Verilmemiş, dağıtılmamış mamalar var .
   Aaa.. Birden gözüme ilişti o kınalı, güzeller güzeli, kaç kez anne olan, çok güzel yavrular doğuran, mahallenin en güzel, en alımlı kedisi. Birazcık gözleri şehla bakıyordu ama olsun, bu ona daha bir şirinlik veriyordu. Evet o! Aman Allah’ım şimdi ne hale gelmiş! Üzerindeki tüyler dökülmüş, sanki uyuz gibi ya da yanmış mı ne? Bir tuhaf, zayıf mı zayıf, kuyruğu ip kadar incelmiş aşağıya inmiş, yine eskisi gibi ürkek, korkak araba altlarında. Yakalamak hep olanaksız oldu bu güzeli, yoksa kısırlaştırıp en azından yavru doğurma ve besleme meşakkatinden kurtaracaktım onu. Son zamanlarda doğurduğu yavruları eksik ayaklı filan olmaya başlamıştı zaten. Ama çok vahşi, mümkün değil tutamazsınız.

   Hemen tüm çapkın erkek kediler onun peşinde koşardı, ne güzel, ne tatlı bir dişiydi o. Bugünkü halinden sonra onu bir dahaki bahara göremeyeceğime kanaat getirdim. Çok yorgundu çok. Belki o sığındığı tek katlı ev yıkılmasa idi yine hayatını sürdürebilirdi ama o ev yıkılmış. Kışın soğuk gecelerinde barındığı kömürlük yok. Bahçesine kırık çanağın içinde yemek artıklarını koyan yaşlı karı koca da yeni yapılan binanın üst katlarına taşınmış. Garibim sokağın ortasında kala kalmış. O şehla gözlerindeki ışıltının yerini belli ki şimdi “kışı nasıl geçireceğim” korkusu sarmış. Çok sevdiğim bir şarkının sözleri geldi hemen aklıma, “kimdir bu kadın saçları ak, benzi sararmış, yaz mevsimi geçmiş, şimdi onu kış korkusu sarmış”
Ha insanın dişisi, ha kedinin. Değişen ne ki ? Her ikisinin de uzun yıllar analık görevlerini yaptıktan sonra yorgun, sahipsiz, yersiz yurtsuz kalınca  gözlerini aynı o sokakta perperişan gördüğüm kedicik gibi kış korkusu sarmıyor mu ?

   Birkaç gün öncesiydi. Duyarlı bir arkadaşımız, canların can meleği bir hanım, bir kenarcıkta kıvrılmış, verdiği konserve mamaya itibar etmeyen bir minik kediyi tuttuğu gibi bana getirdi. Vakti kısıtlıydı, Gümüş’ü sahiplendirecekti. Onun için yavruyu veterinere ben götürdüm; tek göz kapanmıştı, büyük olasılıkla viral bir hastalığı olduğu söylendi, tedavisine başlandı. Ertesi günü öldüğünü öğrendim, zaten öyle bir kıvrılmış uyuyordu ki ben daha o zaman, o derin uykunun ölüme yatış olduğunu hissetmiştim.
Bu veteriner kliniğinde kaybettiğimiz küçük kedi gibi, benim perperişan hale gelmiş, araba altında beslemeye çalıştığım, o bir zamanların afet dişi kedisi gibi ölüme koşan o kadar çok can var ki sokaklarımızda. Henüz kapanmamış kısırlaştırma operasyonunun yaralarıyla dağlara atılanlar, adı bakım evine çıkarılmış ölüm kamplarında esaret yaşayanlar öyle çok ki.

   Bu canlara karşı duyarlı yürek sayısı da öylesine az ki. Daha da insanlar “ne gerek var siz önce insanlarla ilgilenin” diye ağızlarındaki sakızı sürekli çiğnemezler mi? Hem de bunu akıllı bilgili adam kılığında görünenler yapmaz mı? Gel de isyan etme !

   Oysa 5199 sayılı Hayvan Hakları Koruma Yasası’nın ilgili hükümlerini yerel yönetimler, ilgili resmi kurumlar bihakkın yerine getirebilse, aşılanıp kısırlaştırılan, alındığı yere geri bırakılan canlar da yine yasa gereği beslenme odakları oluşturularak gözetilip, yaşatılabilse. Bu o kadar zor mu? Ama ne yapılıyor? Ne etsek, nasıl yapsak da bu başıboş canları toptan yok etsek formülleri üretilmeye çalışılıyor.
Hatta bunu yaparken de birtakım taşeron firmalar o zavallıların sırtından “köşe” olmaya çabalıyor !

   O masum canlarla ilgili yapılan tüm haksızlıklar elbet bir gün buna sebebiyet verenlere olumsuz bir şekilde dönüyor ama ne fayda, bu arada ölenler, acı çekenler, işkence görenler. O “sessizlerin sesini” kimseler duyamıyor.

Ece Bilgin

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder