Senelerce sahibinin hizmetinde
çalıştı, karşılığında aldığı en fazla bir avuç daha fazla samandı. Yaz demedi
kış demedi, çamurdu, kardı etrafında vızır vızır son sürat motorlu araçlar,
egzos gazlarına boğularak gün geldi üç kuruş nalbant parası çok görüldüğü için
ayağına batan nalının çivilerine rağmen koştu koştu..
Bir tek geceleri; ıslak zeminli,
ahırdan bozma, her tarafından soğuk rüzgarlar esen barınağında, üzerindeki
eğeri çıkartıldığında terden sırıksıklam sırtının buz kesmesine
aldırmadan yalnız kaldığında; anılarına, artık çok silikleşen yeşil
çayırlardaki kardeşleriyle koşup oynaştığı günlere geri dönüyordu. Ertesi gün
taşıyacağı yüklerin, sırtına yiyeceği kırbacın hatta hızı kesildiğinde
sıklıkla kaburgalarına inen kalın değneğin acısına, ancak o geceler
boyu gözünün önünden silmediği anılarının sıcaklığıyla dayanabiliyordu.
Ah! İyi ki de o geceler vardı.
Yaşı ilerlemişti, daha sahibine ne
kadar hizmet edebilecekti, ama ağzında fazla da kalmayan dişlerini sıkmalıydı
yoksa sonu o yaşlı arkadaşı, doru beygirinki gibi olacak, bir gece yarısı kaçak
kesimde, kasabın keskin bıçağında verecekti son nefesini. Dayanmalıydı, bu tür
bir sonu kendine yakıştıramıyordu.
Zaman içinde arka tarafında, kalça
kemiğinde ufak bir yara oluştu, sahibi fark etti ama aldırmadı, baktı yarası
büyüyor, böyle durumlarda onun gibilere tedavi amaçlı yapılanı yaptı yaranın
üzerine zift sürdü.
İyileşmedi yara, daha da büyüdü,
inanılmaz acı vermeye başladı, ama yine yüksünmeden günlük taşıma işine
devam etti. Ve onu yaratana dua etti; “Benim canımı yük taşırken yollarda al
dedi”.
Bu işkenceli günler ne kadar devam
etti bilemedi, acısı özellikle de koşarken dayanılmaz hal almıştı, yaranın
etrafını iltihap sarmış, geceleri artık çektiği sancılardan eski günlerinin
güzel anılarına da dönemez olmuştu.
Kültür kentinin, övünç kaynağımız
İstanbul’un Bağcılar semtinde, yine sahibinin ağır yüklerini taşımış eve
dönüyorlardı, akşam on sekiz sıraları, birden gözleri karardı, başı döndü,
sendeledi yere düştü, yıllarca bir avuç samanın karşılığında hiç
yüksünmeden hizmet ettiği sahibi ona şöyle bir baktı, üzerindeki yularını,
eğerini çözdü, düştüğü yerde, caddenin ortasında kaderiyle baş başa bıraktı
gitti. O biliyordu artık ,yattığı yerden tekrar ayağa kalkamayacak, yelelerinde
rüzgarın esintisini bir daha hissedemeyecekti. Üzülmedi, kimselere kırılmadı,
sadece çocukluğundaki koşup oynadığı, soğuk pınarlarından ağız dolusu
suyunu içtiği yeşil çayırlara bir an önce kavuşmayı diledi, dua etti..
Mahalleli on dört yaşındaki cefakar
o beyaz atın başından ayrılamadı, defalarca belediyeyi, yetkileri aradı,
bir tek polis ekibi geldi olayın yaşandığı yere; yetkililere, belediyeye haber
vereceğiz deyip ayrıldı. Saatler saatleri kovaladı gelen giden yok. Duyarlı
yürekler isyan etti onun çaresizliğine, acı çekmesine, yine telefonlar edildi
sonunda atı gönüllü olarak muayene etmeye bir veteriner hekim geldi, o
geldiğinde iş işten çoktan geçmişti; “Zamanında müdahale edilseydi
kurtarılırdı, şimdi yapılacak tek şey acısını dindirmek, uyutmak” dedi.
Sadece veterinerlerin kullandığı
T61 iğnesiyle beş saniye içinde uyuyacağını ve acılarının sonlanacağını söyledi.
Çaresiz beyaz at, eliyle gözünü kapatan veterinerin yaptığı iğnenin ardından o
hep özlemini çektiği yeşil çayırlara doğru koştu gitti..
Yelelerinde serin ilkbahar rüzgarı,
birazdan kana kana suyunu içeceği pınarlara, uyduruk barınağında hep hayalini
kurduğu o çocukluğunun sayılı mutlu günlerine doğru dört nala koştu koştu..
Belediyeler sahipsiz kedi özellikle
de köpek şikayetlerini değerlendirmede maşallah çok dakikler; aç telefonu,
anında şikayet yerindeler, göstermelik usullerle bazen yakalama ilacının dozunu
özellikle fazla koyarak, bazen barınaklarda kısırlaştırma yapıp, henüz
kapanmayan yaralarıyla dağ başına salarak o garipleri öldürmekte çok ustalar.
Ama bu beyaz atın olayında olduğu gibi, iş can kurtarmaya gelince hiç ortalarda
gözükmezler.
Can yakmaya can almaya ekipleri
çok, can kurtarmaya can yaşatmaya nedendir bilinmez hiçbir zaman adamları
yok..
Ece
Bilgin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder