Uzunca bir süredir evden dışarı
çıkmadım, beslediğim can dostlarımın yemek ve mama ikmali kapıma kadar geliyor.
Hava soğuk, ben de inatçı bir grip pençesindeyim. Tam geçti deyip ayaklandığım
an tekrar başlıyor ateş, öksürük, kırgınlık.
***
Neyse o gün hava yumuşak, bir cesaret
kendimi dışarı atıyorum; mutlu oluyorum nedense. Sanki baharı çağrıştıran bir
hava, limonata tadında, ne tatlı ne ekşi. Evden fazla uzaklaşmadım, hemen
yakınlarda bir yerdeyim. Birkaç yıl önce, tam on bir gün kayıplara karışan
sevgili kedim Fındığı bulduğum sokaktayım. Birden bire yerde gözüme bir şey
ilişti, ama algılayamadım, daha doğrusu isyan etti düşüncem, gördüğümle beynim
arasındaki iletişim bir anda koptu.
***
Şimdi yerde yatan ufak tüy yığını burada
olmamalıydı. O yükseklerde, havalarda ya da ağaç dallarında olmalıydı. Eğildim
aldım, hafifçe tuttum, elimde, avucumun içinde kayboluverdi. Çok küçük bir ölü
kuştu o. Serçe büyüklüğünde ama serçeden çok farklı renkte, göğüs tüyleri
kavuniçi, sırtındakilerse sarı. Gözlerine baktım, iki ufak çörekotu gibi.
Büyüklüğü ve rengi de öyle.
***
Ne yapacağımı bilemedim, öyle narin
kırılgan ki, geri aldığım yere koyamadım. Kaldırımın kenarı? Kedi mi kapar,
bisiklet motosiklet mi, insan mı ezer? Nasıl kıyarım? İlk şoku atlatınca elimde
incelemeye devam ettim, tüyleri inanılmaz yumuşak, ipek gibi. Sanki yenilerde
ölmüş, boynu bükülmemiş diri, daha vücudu da sıcak gibi. Ya da ben öyle
hissetmek istedim.
***
Elimde taşıyorum; fırına girdim, canlara
hazırladığım paparaya koymak için bayat ekmek bakacağım, fırıncı genç
elimdekini gördü, “yazık, bakın yolda buldum” dedim. İlk tepkisi “iyi, siz
korkmadan tutabiliyorsunuz elinizde” şeklinde oldu. “Neden ki dedim, niye
korkayım ki?” Gence baktım, babayiğit bir delikanlı ama nedense kuşlardan
korkuyor. “O da bir can, Allahın yarattığı” dedim, “doğru” diye baş salladı.
Ekmekleri tembihledim, dönüşte alırım dedim. Kuş elimde yürümeye devam
ediyorum, bir türlü onu ne yapacağımı kestiremiyorum.
***
Uygun bir yer bakıyorum bırakacak Yok ama
olmuyor, orda şu var, burada bu var, anladım ki onun o güzel renkli, naif
bedenine bir türlü kıyamıyorum, son yolculuğa çıkması için bir yerleri layık
göremiyorum.
***
Alış veriş merkezine gidiyorum, incitmemek
için bir kağıt mendile sarıp bez torbama yerleştiriyorum ölü bedenini. İşimi
bitirip eve dönüyorum, kuş torbamda. Evde serin bir yerde durması gerektiğini
düşünüp kullanmadığımız bir lavabonun içine bırakıyorum nazikçe.
***
Akşam kararmak üzere, bir an önce kuşu
huzurlu uykusuna yatırmam lazım. Tekrar çıkıyorum dışarı, küçük bir karton
kutunun içinde o nazik beden bu kez. Sotalı bir köşede, serin toprağa kutuyla birlikte gömüyorum
sonunda. İçimde bir eziklik, ne oldu nasıl oldu da öldü bu güzel küçük kuş? Aç
mı kaldı? Kedi işi değil gibi, bir tarafında yara bere yoktu. Yuvadan düşecek
kadar da yavru değildi. Kimbilir ne oldu.
***
Sonra toprağa verdiğim o güzel kuşun
cinsini öğrenmek için, şeklini, renklerini gözümün önüne getirip, arama
motoruyla internette inceleme yapıyorum. Tahmin ettiğim gibi o bir saka
kuşuymuş. Hani ötüşü kanarya kadar güzel, kafeslere kapatılmasıyla stres olup
ölümlerine neden olunan, nesli tükenmekte olduğu için avlanılması, yakalanması
yasak olan, koruma altına alına saka kuşu.
***
Yoksa benim yoluma çıkan bu güzel can da
bir kafeste hapis miydi de “Hürriyet”ine aşık olduğu için strese girip öldü?
Ece Bilgin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder