Oldum
olası tren yolculuklarını sevmişimdir. Çocukluğumda baba memleketim Samsun’a
trenle gidişimizi hayal meyal hatırlarım. Nerde şimdiki konfor, hız? Bir kere
trenlerin rengi karaydı. Hani bildiğimiz baca isi karası. Kompartımanlar
birbirlerinden kapılarla ayrılır, oturma yerleri tahta sıralı olurdu, önünde
ise upuzun bir koridor. Kompartımanda valizlerin konduğu raflardan, sarsıntıdan
sık sık tahta valizler kafalara düşer, komik kazalar yaşanırdı. Sahi, bir de
iki oturma sırasının ortasında, camın önünde, açılır kapanır portatif bir masa
bulunur, bu masada yolcuların yanlarında getirdikleri azıklar, serilen
gazeteler üzerine açılır -ki bunlar genelde yumurta, domates, peynir, börek
türü şeyler olurdu- bir güzel iştahla yenilir, karınlar doyurulurdu.
Birbirlerine yabancı olan aileler bile bu uzun yolculuklar sonunda neredeyse
akraba olur çıkarlardı. Bebekler için orta yerlere salıncakların kurulduğu sık
görülen bir manzaraydı.
Bayram tatili ve görevli gittiği yurtdışı
gezisinden dönen oğlumuzu karşılama amaçlı gittiğimiz Ankara’dan Eskişehir’e
dönüşü trenle yapalım dedik. Ankara Garı’nın girişinde, ta yukarılarda, biraz
zor görülen bir yerine, yapım yılını yazmışlar. Bu güne dek dikkat etmemişim.
1937 yılında yapılmış. Neredeyse 70 yıllık bir mazisi var. Hiç de az değil.
Kimbilir ne kavuşmalar, ne ayrılıklar yaşanmıştır bu koca istasyonda diye
düşünüp kafamda sanal senaryolar yazarken birden dikkatimi çekti: Bekleme
koltuklarının önünde irice, duman renkli bir kedi. Bir sürü küçüklü, büyüklü ,
kalabalık valizleri olan orta yaşlı bir bayanın yanında oturmuş, güzel
gözleriyle gelen yolcuları süzüyor. Yanına gittim. Beni hiç yabancılamadı,
hemen sırtını kabartıp, bacağıma sürünüp selam verip merhaba dedi. Şanslıymış da. Kolay açılan çantanın birinin
içinde tavuk eti vardı. Biraz soğukçaydı ama bana mısın demeden iştahla sonuna
kadar hepsini yedi, bitirdi. Sonra da uzun uzun kendisini sevdirdi.
Yakınlarda oturmuş, tren saatinin gelmesini
bekleyen insanlara baktım, hepsinin yüzünde sevecen bir ifade, kediyi
kabullenmiş görünüyorlar. Belki de bir çoğu, zaman zaman paketlerindeki
yiyecekleri onunla paylaşmakta. Aksi olsa kedicik oraya kamp kurmazdı zaten.
İçimi hoşluk kapladı. Evcil hayvanlar, ne de güzel her mekanı bizlerle uyum içinde
paylaşmakta. Hayata neşe, keyif, renk vermekte. Keşke hepsi de bu duman renkli
kedi gibi kabul görebilse.
Sonra, oğlumun anlattığı Chicago kenti geldi
aklıma. Yüksek gökdelenlerin kapattığı gökyüzü, kalabalık caddeler. Öfkeli,
telaşlı insanlar, uzun araç konvoyları. Caddelerde, sokaklarda sadece
tasmalarla gezdirilen sahipli köpekler. Türkiye’deki gibi öyle adım başı
serbest gezinen kedi, köpek görmek mümkün değilmiş oralarda. Yasalar, sahipsiz
hayvanlara izin vermiyormuş. Sahipli hayvanlarınsa belli kurallarda bakılması
şart koşuluyormuş.
AB ülkelerinden birisini ziyaret eden bir
arkadaşım da bir süre sonra Türkiye’deyken çok da itibar etmediği, hatta zaman
zaman fazlalıklarından şikayetçi olduğu sokak kedi ve köpeklerini bile görmeyi
özlediğini, seyahatini yarıda kesip yurda döndüğünü anlatmıştı.
Gün gelip bizde de çağdaş uygarlıktaki
ülkeler gibi sokaklarda sahipsiz gezen kedi köpek kalmayınca, acaba onları
dışlayıp evlerimizin önlerinden, bahçelerimizden kovduğumuza pişmanlık mı
duyacağız ? Yoksa “aman ne güzel bu dünya bize kaldı, ne kedi, ne köpek, ne
balkonlarımızda çamaşırlarımızı kirleten kuşlar var” deyip hayvansız bir
dünyada mutlu mu olacağız ?
Doğrusu ben can dostlarımız adına, onları el
bebek gül bebek bakılan, sahipleri olan, kıymetleri bilinen, yasalarla hakları
korunan bir halde görmeyi yeğlerim.
Bir din adamı, bir cami imamı ayakkabısının
tekini kapıp kaçırdı diye çekip silahını gariban bir köpeği vurabiliyorsa eğer,
vay haline sokaklara emanet edilen masum canlara!
Ece Bilgin
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder