2 Tem 2012

İSTASYONU BEKLEYEN KEDİ



Oldum olası tren yolculuklarını sevmişimdir. Çocukluğumda baba memleketim Samsun’a trenle gidişimizi hayal meyal hatırlarım. Nerde şimdiki konfor, hız? Bir kere trenlerin rengi karaydı. Hani bildiğimiz baca isi karası. Kompartımanlar birbirlerinden kapılarla ayrılır, oturma yerleri tahta sıralı olurdu, önünde ise upuzun bir koridor. Kompartımanda valizlerin konduğu raflardan, sarsıntıdan sık sık tahta valizler kafalara düşer, komik kazalar yaşanırdı. Sahi, bir de iki oturma sırasının ortasında, camın önünde, açılır kapanır portatif bir masa bulunur, bu masada yolcuların yanlarında getirdikleri azıklar, serilen gazeteler üzerine açılır -ki bunlar genelde yumurta, domates, peynir, börek türü şeyler olurdu- bir güzel iştahla yenilir, karınlar doyurulurdu. Birbirlerine yabancı olan aileler bile bu uzun yolculuklar sonunda neredeyse akraba olur çıkarlardı. Bebekler için orta yerlere salıncakların kurulduğu sık görülen bir manzaraydı.
                                                                                                               
   Bayram tatili ve görevli gittiği yurtdışı gezisinden dönen oğlumuzu karşılama amaçlı gittiğimiz Ankara’dan Eskişehir’e dönüşü trenle yapalım dedik. Ankara Garı’nın girişinde, ta yukarılarda, biraz zor görülen bir yerine, yapım yılını yazmışlar. Bu güne dek dikkat etmemişim. 1937 yılında yapılmış. Neredeyse 70 yıllık bir mazisi var. Hiç de az değil. Kimbilir ne kavuşmalar, ne ayrılıklar yaşanmıştır bu koca istasyonda diye düşünüp kafamda sanal senaryolar yazarken birden dikkatimi çekti: Bekleme koltuklarının önünde irice, duman renkli bir kedi. Bir sürü küçüklü, büyüklü , kalabalık valizleri olan orta yaşlı bir bayanın yanında oturmuş, güzel gözleriyle gelen yolcuları süzüyor. Yanına gittim. Beni hiç yabancılamadı, hemen sırtını kabartıp, bacağıma sürünüp selam verip merhaba dedi.  Şanslıymış da. Kolay açılan çantanın birinin içinde tavuk eti vardı. Biraz soğukçaydı ama bana mısın demeden iştahla sonuna kadar hepsini yedi, bitirdi. Sonra da uzun uzun kendisini sevdirdi.

   Yakınlarda oturmuş, tren saatinin gelmesini bekleyen insanlara baktım, hepsinin yüzünde sevecen bir ifade, kediyi kabullenmiş görünüyorlar. Belki de bir çoğu, zaman zaman paketlerindeki yiyecekleri onunla paylaşmakta. Aksi olsa kedicik oraya kamp kurmazdı zaten. İçimi hoşluk kapladı. Evcil hayvanlar, ne de güzel her mekanı bizlerle uyum içinde paylaşmakta. Hayata neşe, keyif, renk vermekte. Keşke hepsi de bu duman renkli kedi gibi kabul görebilse.

   Sonra, oğlumun anlattığı Chicago kenti geldi aklıma. Yüksek gökdelenlerin kapattığı gökyüzü, kalabalık caddeler. Öfkeli, telaşlı insanlar, uzun araç konvoyları. Caddelerde, sokaklarda sadece tasmalarla gezdirilen sahipli köpekler. Türkiye’deki gibi öyle adım başı serbest gezinen kedi, köpek görmek mümkün değilmiş oralarda. Yasalar, sahipsiz hayvanlara izin vermiyormuş. Sahipli hayvanlarınsa belli kurallarda bakılması şart koşuluyormuş.
   AB ülkelerinden birisini ziyaret eden bir arkadaşım da bir süre sonra Türkiye’deyken çok da itibar etmediği, hatta zaman zaman fazlalıklarından şikayetçi olduğu sokak kedi ve köpeklerini bile görmeyi özlediğini, seyahatini yarıda kesip yurda döndüğünü anlatmıştı.
   Gün gelip bizde de çağdaş uygarlıktaki ülkeler gibi sokaklarda sahipsiz gezen kedi köpek kalmayınca, acaba onları dışlayıp evlerimizin önlerinden, bahçelerimizden kovduğumuza pişmanlık mı duyacağız ? Yoksa “aman ne güzel bu dünya bize kaldı, ne kedi, ne köpek, ne balkonlarımızda çamaşırlarımızı kirleten kuşlar var” deyip hayvansız bir dünyada mutlu mu olacağız ?
   Doğrusu ben can dostlarımız adına, onları el bebek gül bebek bakılan, sahipleri olan, kıymetleri bilinen, yasalarla hakları korunan bir halde görmeyi yeğlerim.
   Bir din adamı, bir cami imamı ayakkabısının tekini kapıp kaçırdı diye çekip silahını gariban bir köpeği vurabiliyorsa eğer, vay haline sokaklara emanet edilen masum canlara!

Ece Bilgin


Hiç yorum yok:

Yorum Gönder